Evin kapıları açıldığında klasik bir Cuma gecesi olmadığı fazlasıyla belliydi. Angel Garza kapıdan girdiğinde ölü bir adamdan farksızdı. Evin içinde tek bir ışık bile yanmazken parlayan gözleri en azından biraz olsun aydınlık sağlıyordu. Koridorun ışığını açtığında gömleğinin üstüne sıçramış kan lekesi ilk göze çarpan şeydi belki de. Yaptığı korkunç şeyi tüm dünya görmüştü. Fakat bu Angel'ın ilk günahı değildi. Angel çok daha büyük günahlar işlemişti. Kendi kuzenine karşı işlediği günahlar.. Kendini her gece yatağa attığında uyutmayan günahlar... Bu ise onlardan değildi. Ailesi için yapması gereken küçük, yarım kalan bir iş idi. Şu an aklının ucundan bile geçmiyordu sanki. Bu onun için öldürülmesi gereken bir sineği öldürmek gibiydi. Hepsi buydu.
Üstünden çıkardığı gömleği resmen derisine yapışmış bir yükmüşcesine çıkarıp fırlattı. Aklında sanılanın aksine farklı bir şey var gibiydi. Saatler önce işlediği korkunç eylemdense farklı bir şeyler düşünüyordu. Onu geren şey de tam olarak buydu. Dakikalar boyu incelediği çerçeveler... Belki de ona bir yandan huzur, bir yandan da korku veriyordu. Uğruna her şeyi yaptığı ailesi hiç olmadığı kadar parçalanmıştı artık. Dedesi, amcası ve şimdi kuzeni Humberto... Hepsi elindene kayıp gitti. Pişman olduğu şey 8 ay boyunca hayatını kararttığı, hastanelik ettiği suçsuz insanlar değildi. Pişman olduğu şey yine kendi kanından olanı kendisinin üzmesiydi. Peki bir bir canavarın böylece duygulanması normal miydi? Çevresine verdiği tahribatı ailesi için yaptığını düşünerek kendini avundurması onu vicdanen böylesine rahatlatabilir miydi? En azından öyle görünüyordu. Çünkü Angel, buydu. Dışarıya karşı acımasız, duygusuz bir canavar. Kendi kanından olana ise dünyanın en zayıf ve duygusal çocuğu.
Pişmanlıkları altında boğulmak en kolayıydı. O ise nefes almak istedi ve birkaç saniyeliğine kafasındaki sesleri susturup üstünü değiştirdi. Salondaki koltuğa kendini atar atmaz dakikalar önce kendisine gelen mesaj buruk bir tebessümle telefona bakmasına neden oldu.
"umarım ölmezsin s*ktiğimin delisi."
-alberto
Aylar önce kaçırıp tehdit ettiği, PGW'ya kendi emrinde getirdiği günden itibaren resmen kölesi gibi yönetmeye çalıştığı adamdı bu. Nihayetinde sayesinde World Heavyweight Championship'i kazandığı adam. Sonrasında da kendisini satan ve hançerleyen, en büyük acımasızın en başından beri o olduğunu gururla tüm dünyaya duyuran adam. Geç olsa da anlamıştı. Amcasını yenen sıradan bir Meksikalı değildi bu herif. Kuzeninin boynunu eline veren adamdı bu. Resmi kayıtlara göre bir Humberto Garza'nın güreş kariyerini bitiren adam. Fakat tüm bunlara rağmen Angel'a göre bunun sorumlusu o değildi. Bunun sorumlusu ona göre ta kendisiydi. Ailesini gururlandırmak için kullanmak istediği, eve aldığı yılan kendini savunup zehirini ev halkının üstüne akıtmıştı. Yaşananlar, Garzaların rüyasının gerçeğe dönmesinin bedeliydi ve her şeyi Angel başlatmıştı. Bedeli de o ödemeliydi. Fakat bir kişi yüzünden bedeli o değil, en masum olan ödedi. Humberto. Bunun mimarı da önümüzdeki hafta bir mezarlıkta karşı karşıya kalacağı adamdan başkası değildi. Kısacası onun için tek bir düşman vardı. En tepedeki adam. Onu kendisinden bile suçlu görüyordu Angel. Alberto ise... Sadece Angel'ın günahlarının bedeliydi. Ne bir dost olacak kadar sağlamdı, ne de bir düşman olacak kadar namussuz...
Güldü. Tüm bunları yaşadığı herifin yüzsüzlüğüne ve durumun trajikomikliğine güldü. Klavyeye parmakları dokunacak gibi oldu ancak bir şey yazmadı.
Dedesinin, amcasının en büyük hayalinin peşinden gitmeseydi belki de işlerin bu raddeye gelmeyeceği ihtimalini düşündü. Alberto'yu hiç PGW'dan kaçırmasa ve kuzeninin yanında olmaya devam etse ne olurdu ki? Garzalar belki de hiç Dünya Şampiyonu olamazdı. İnsanların adlarını bile bilmediği iki kuzen olarak anılır, birbirlerinden bile ayırt edilemezlerdi. Birkaç ay sonra şirketten serbest kalıp indy şovlarında güreşmeye başlarlar ve en sonunda kendilerini tekrardan Meksika'da bulurlardı. Peki olması gereken bu muydu? Rüyalarında görüp durduğu bu şey aslında Garzaların kaderi miydi? Angel, kaderinden kaçmak isteyerek aslında ailesinin sonunu getirdiğini düşündü. Alberto'yu, ana kemer kazanmak uğruna Tanrı'nın unuttuğu bir çöle kaçırmasaydı ve kuzeninin yanında kalmaya devam etseydi belki de şu an birlikte olurlardı. Belki o dönemin en büyük favorisi Alberto, Team Mayhem'in kazanmasına neden olurdu. Belki de bu yüzden hiç Chairman diye bir adam bu diyara adımını atmazdı. Dünya, Titus O'Neil'ı eskiden olduğu gibi bir şaklaban olarak tanırdı. Belki her şey onun yüzündendi. Belki de Angel neden olduğu bu kelebek etkisinin cezasını her şeyini kaybederek ödüyordu.
Bunu birkaç saniye cidden düşündü. Fakat en sonunda bunu aklından bile geçirdiği için kendisine kızdı.
Fakat tekrar ve tekrar düşünmekten kendini alıkoyamadı. Dedesinin ona ve Humberto'ya küçükken defalarca kez söylediği bir söz vardı çünkü.
"El sueño es el destino."
Rüyalarımız, hayallerimiz gerçekten de yazgımız mıydı? Peki bir hayalin peşinden giderken yaşadığı onca şey aslında onun istese de istemese de kaçamayacağı kaderi miydi? Angel, düşüncelerinin içinde daha fazla boğulmak istemedi. Kaderinden daha fazla kaçmak da... Işığı kapattı. Ne olursa olsun yapması gerekeni yapacaktı. Bir sinek daha avlayacaktı. Uzun zamandır başının etini yiyen, ailesine bela olan bir sinek. Bu sefer yine her zaman yaptığı gibi "Humberto için" yapacaktı. Fakat sadece dedesi için değil. Kuzeni için.
Belki her şeyi düzeltmesi için son bir şanstı bu. Belki de en ahmak insanın bile öngöreceği bir intihar.